Şimdi, hep birlikte şehrin en geniş caddelerinden birinde, hemen hemen herkesin bildiği o meydanda durun ve etrafınıza bakın! Saatin kaç olduğuna bakmaksızın, durun ve etrafınıza bakın; konuşan sizinle temasa geçmek isteyen bir şehir mobilyası, mimari nezakette bir bina, düzgün ve çok da insani bir istek ve dahi iştahla nefes alacağınız bir gökyüzü var mı? Aynı gökyüzüne bakıp naslı olur da şehrin rengini ben göremiyorum?
Neyin ayıbını saklamaktır ki; “billboard”lar kapatır benim manzaramı? Hafif hafif esen bir körfez havasını hissediyor musunuz? Hâlâ oradasınız değil mi? Sabredin; meydanın ortasında durun, az kaldı sabredin! Çığlık çığlığa yanınızdan geçen bir motoru da duyuyor musunuz?
İçinde “arabesk” bir tanımsızlığı barındıran çay bahçesinden gelen ve en az üç farklı müziğin bası ve kulak zarınızda tempo tutan volumüne kuvvet o çay bahçesinin şehirle olan derdi nedir dersiniz; hiç! Kocaman bir hiç! Şehir yıllardır benimle konuşuyor, sadece benimle! Ben bu şehri dinleyen, şehirle birlikte üzülenim! “Aşkolsun, aşkolsun size” feryadını nasıl algılayamazsınız! Bu şehir kokusunu kaybetmiş, içinden su akan caddesini ve doğum suyunu kaybettiğinden bu yana pek konuşmuyor! Bir gün, o her gün geçtiğiniz yerden işinize gücünüze giderken şehirden geriye kalanları görürseniz ki çaba sarfederseniz göreceksiniz, konuşun, selamlayın!
Bu şehir size para kazandırıyorsa, besleniyorsanız bu şehirden, siz de bir kez içinizdeki mağaradan çıkıp onu selamlayın!
Aşkolsun!